Bu Blogda Ara

2 Ekim 2011 Pazar

ŞEHİR

Buralara yaz selam verip geçeli çok zaman oldu. Ardından ateş almaya gelen, keyfine varamadığım sonbahar ve şimdide kışın selamları bir bir gelmeye başladı. Öyle bir yerki burası yazı az, soğuğu çok, yağmuru, karı bol, boz saman sarısı bir kaç tepe, şehrin en yüksek dağı Manastır, kurucu Sungur Bey'in yapıtı haman, cami, taş köprü ve ilin, ilçelerin simgesi saat kulesi... Bunlarda olmasa hayat çekilme :)

Havaların soğumaya başlamışsa sabahlar buz gibi olur. Kışları elleriniz kulaklarınız kesiliyormuşçasına donar. Kaşkola sarılmış kırmızı burunlar ısınmaya çalışırken, nefesinizin buharıyla kirpiklerinizde buz kristalleri belirir. Eskiden daha çok kar yağardı, kış sert geçerdi. Öyleki kimi evlerin su boruları donar, patlardı. Hımm bir de tüten sobalar vardı. Annem biz okuldan gelmeden odamızın sobasını yakardı. Okuldan gelir gelmez sıcacık odada ısınır, yemekleri yedikten sonra da kah ders çalışır kah kitap okuyup, müzik dinleyerek keyfiyle bir kış geçirirdik. Şimdi hepsi yalan oldu. Hani havalar soğuduya her zamanki gibi akşam çöktümü havada baca kokusunu hissetmeye başladım. İs, duman, karanlık, soğuk, zift kötü olan her ne varda karma karışır bir koku. Ben çocukken Ankara'ya çok giderdik ve ben Ankara'yı ilk bu kokuyla hatırlar oldum. Çünkü o zamanlar kömür dumanlarıyla kara kaplı bir başkent vardı. Gri bir sis çökerdi şehrin üstüne. Atlında koşuşturan insanlar, birbirini kovalayan arabalar, içinde soba yanan otobüsler bile vardı :) En çokta çift katlı otobüse binmek istemiştim. Yaşımda çok değil ama hatırladığım kadarınca o yıllarda üniversite öğrencileri kıymetliydi. Gözüme kocaman görünürlerdi. Kot pantolon, kalın bir kazak, uzun askılı büyük çantalarla üniversiteli ağabeyler, ablar görürdüm. Şimdikiler gibi defileye değil derse giderlerdi! Ankara denince bir çok kişinin aklına simit ve çay gelir. İşte o simitin benim hayatımda daha özel bir yeri var. Beş yaşındaydım, uzun bir tedavi süreci için babamla gidip geldiğim Ankara, bir sabah tahlil olmayı bekleyen aç kanıma simit kokucunu enjekte etmez mi... Simintiçin önünden geçerken dumanı üstünde Ankara Simiti'ni babama gösteren işaret parmağım ve kalabalığın içinde kayboluşumuz aklıma geliyor. Hey gidi günler hey... Ben de çocukluk anılarımı anlatır olmuşsam Dünya, haline yan da ağla :)


Biraz önce camdan başımı uzattım karanlıkta beş duyumun iki tanesi anlatmaya değerdi. Birisi soğuk havaya karışmış baca kokusu, diğeride şehir partındaki karga sürüsünün sesleri. İki yıldır şehir partında yerleşik hayata geçen karga sürüsünü seçimlerinden dolayı taktir ettim. Benim yaşadığım ilçeden daha soğuk, karanlık, yalnız bir yer zor bulunur. Belediye ekipleri onları kaçırmak için bir çok yöntem denediysede pes etmediler. Biz de varız, sessizliğinize ses olmaya geldik diyerek üremeye koyuldular. Şimdi ağaç dallarını ökse otu gibi bürümüş yuvalarıyla, cadde boyunca kaldırım ve duvara bıraktıkları pislikleriyle mutlu mesut yaşıyorlar. Onlar da buralı oldu. Pek yakında saat kulesi gibi simge olurlarsa hiç şaşırmam. :) Saat kulesi demişken aklıma geldi; var olan büyük şehirlere göç sorununa değinmek için oluşturulmuş meşhur laflarımızdan birisini söylemeden edemeyeceğim. Genç: "Eee zaman çabuk geçiyor eskilerden bir sen kaldın bir de saat kulesi.", der. Genç Kız: "İltifat ettiğini mi sanıyorsun.", der. Genç: "Yoo sen buna iltifat mı diyorsun. :))", der. Sonuç; İç Anadolu erkeği kabadır. :P

Hiç yorum yok: