Bu Blogda Ara

24 Ocak 2012 Salı

İÇİMDEKİ KAVAKLARI KESEMEDİLER





"Zaten olmadı bunlar", dediğim yıllar hiç bitmedi. Ne zaman seni dinlesem ölmeyen hislerim geliyor aklımın kıyılarına. Rüzgarın önünde takılıp gelenlerimin yağmur, kış kokusu hiç bitmedi. Ne zaman baharları çağırsam kışlar hiç yaşanmamış oluyor.

Kavakların suçu değildi bedeninden çıkan tüylü polenler ama bir bir kesip uzaklaştırdılar hayatlarımızdan. Şehirlerin şehir olmayan yerlerine terk edilen, tarla başlarında sınır olmaktan öteye geçirilemeyen kavakların tek suçu DOĞRU olmaktı. Kimseye gölge olmadan burnunun dikine uzayan, tepesine insan elini asla değdirmeyen kavaklar... Bahçemizdeki kavaklar yağmurlu gecelerin arkadaşı rüzgarda cama kollarını uzatır kötü sesli şarkılar söylerdi. Yapraklarının alkış sesleri ölmeyen aşkalar kadar derin ve hiç yaşanmamış kadar hayal.

Hayatımın en zor en alışılması güç hislerine katlanmak zorunda bu kalbim. İçimdeki kavaklara saldıranlara karşı savaşıyorum. Gölgelerle savaşmak kadar imkansız ve bir o kadar çaresiz. İnatçı, hırçın, öfkeli, tatlı acı bir ruh... Oysa aynı Anadolu topraklarına doğmuştuk. Ne oldu da içime girdi bu dik başlılık? Neden diğerleri gibi olmak yerine çok sorguluyor bu beyin? Soyutlanmış kavak ağaçları bile yalnız kalamamışken, içimde kalanları hala kesmemişlerken kendime kaçma vakti geliyor.

18 Ocak 2012 Çarşamba

O GÜN ORAYA GİTTİM

Sözümü tututum ve ZMO Başak yemeğine gittim. Şık bir yemek programında ziraatçiler için anlamsız bulduğum bir menü ve program içeriği vardı. Mevsim dışı sebzeler, GDO'lu mısırlar, çöpe atılmayı bekleyen salatalar, ekmekler, mezelerle masaları donatmışlardı. Sahte mi gerçek mi karıştırdığım gülümsemelerle selamlaşan insanlar ellerindeki saatleri tüketmek için bir araya gelmişlerdi. O gün neydi, neden bizi buraya topladılar, bir araya gelmişken şunlarıda konuşsak diyen kimse olmadı. Onlarda haklı ortam bu kadar çıt kırıldım olunca tarladaki sorunların üstüne koca bir gece karanlığı serpilmişti.

Aileler, çiftler, arkadaş grupları ve yalnız kovboy ben :) Abartılı saç modelleri ve kıyafetleriyle altın gününe geldiğini sanan teyzeler, erkek muhabbetine tam gaz devam eden beyler, çocuklarını beslerken bir yandan masadakilere laf yetiştiren anneler, patlayan flaşlar, ortada koşuşturan garsonlar, şarkılarıyla hüzünlendiğim solist ve mavi loş ışıklar... Etrafı izlemekten sıkıldığımda masadakilere bakıp acaba şimdi neye gülüyorlar diye düşünmeye başlıyordum. Uf puf diyerek tabaklarındakileri yemeye başlayan dudaklar, arada bir birine sahte tebessümler gösteriyordu. Can sıkıntısından sular hızla tükenmeye başlamıştı ki karşımda oturan gence "ne kadar sıkıcı bir ortam değil mi?", dememek için kendimle savaştım. Bu gibi fazla ve gereksiz resmiyete bürünmüş ortamlarda samimiyeti hissettirmek için bir çığlık atmak geçer içimden. "Yeterrr..." evinizde de mi böylesiniz Türk insanı. Onun için mi saçma sapan TV programları pirim yapıyor, showmanler paraya para demekten vazgeçiyorlar.

Oysa mesleğin içinde kalanların üstlenmesi gereken o kadar sorumluluk vardı ki... Duyduk duymadık kalmasın diye konuşalım dertleşelim diyenleri beklediysem de ellerim boş boş ayrıldım oradan. Dinamik ruhlar gerekiyormuş, bakanlığın 10.000 kişilik alımından sonra iyi bir nefes almışlar. O şanslı on bin kişiden sadece yedisinin yanındaydım. Fosil ruhlara yeni kan olacak gençler de olan bitenden habersiz sadece değişiklik olsun diye bir araya gelen kişilerdi. Çevremdekilerden biliyorum ben işime bakarım gerisi beni ilgilendirmez diyen korkunç bir kalabalık var.

Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi ilk 15dk'da saatime bakmaya başladım ve iki saat sonra yolculuk... Başkanımızın pozitif enerjisi ve güler yüzlü misafir perverliği dışında beklentilerimin çok altında bir ortamdı.

Sözümü tutum bir farklılık yaptım.

11 Ocak 2012 Çarşamba

MIŞ MUŞ ...

Bugün ev-iş arasındaki kısır hayatımın değişimi için önemli tavsiyeler aldım. İlk başta zorunlukuktan sonraları ise bilerek isteyerek işten kaçmam, kendim için vakit ayırmam gerekiyormuş. Oysa şimdiye kadar hayatta öncelikli olanları okul, ders, ödev, iş, iş yeri, ev olduğu öğretilmişti! Birden bire 27 yıllık kuralları bozmak zor olacak.

Farklı ortamlarda bulunmak, insanlarla konuşmak iyi gelirmiş. Sadece yazıp çizmekle olmuyormuş bunu da sıkı sıkı tembih ettiler :) Ben yazmayı seviyorum desem de dinletemedim. İlla insan içine karışıp gezip tozmak şartmış. Gez Funda gez, konuş Funda konuş, sinemaya git, eğlenceye git, mümkünse eve gitme :)))
Hayatın formulü = ye + iç + gez+ düşünme + kazan + harca = mutlu ol
Funda'nın formulü = yaz + çiz + çalış +düşün + kazan + bütçe yap = umutlu ol
Hayat formulü - Funda'nın formulü  = İFLAS
Bu varsayıma göre bir düzen çizersem maddi, manevi çöküşümün delilidir. Hesapsız yaşamayan düşüncelerim sıradan bir insan sürüsüne katılmayı, günü gün etmenin zevkine dalmayı nasıl kabullenir bilemem. Aslında bu kadar abartılacak bir şey değil; kendime vakit ayırmam gerekiyorMUŞ. Peki bugüne kadar yaptıklarımı bana silah zoruyla yaptıran olmamıştı ne oldu da şimdi ruhum sıkılmaya başladı? Çok yoğun çalıştığım  doğru ay da bir gün patronumdan sinemaya gitmek için izin isteyecekmişim. Ben patron olsam:"sen bu işe girerken bu şartları bilerek kabul ettin", derdim. Hem film izlerken sıkılan birisi için sinema çözüm olamaz. Bir de tek başıma sinemaya gitmek ne kazandırır? Cesareti mi, korkusuzluğu mu yoksa kendi ayaklarım üzerinde duruyorum durgusunu mu? Yahu hayat gerçek bir sinemaysa ben bu filmi hergün izliyorum, oynuyorum hem de tek başıma. Aynadaki ikinci gölgeye bakmak niye?

Hoş sohbetli o insana söylediğim gibi herkesin bir ütopyası vardır lakin dışarıda gerçek bir hayat yaşanıyor. Bana oranın formulü lazım. Sırf canım istiyor diye de bir hayat kitap gibi okunup bitmiyor. Öğretmenlerin binlerce öğütleriyle Dünya'da barış olması gerekirdi. Demek ki sözleri söyleyenler asla uygulamıyorlar. Yakaladım seni öğretmen ;))

Verilen görevleri elimden gelenin en iyisini yaparak tamamladığım gibi bu on günlük ödev süresini de iyi geçireceğim. Kötü alışkanlıklara hemen bugünden başladım. Cips + kola + TV üçlüsünü ben de yaptım. Cumartesi için çağrıldığım, telefonlarına cevap vermediğim yemek daveti için bugün telefon edip görüştüm. Gideyim göreyim kalabalıkta olmak ne işe yarıyormuş :) Havalı tipler, işini, eşini, çocuğunu soran, kıyafetleriyle aylık kazancının hesabını yapan, yemek adabıyla aile kültürünü ölçen tipler varsa 15dk sonra saate bakmaya başlarım. Onlara kızsam da acıyorum ne de olsa yaşamlarını böyle ölçütlere hapsolmuş ruhsal baskılarla geçirmişler. Aynısını bana, sana yaşatmaları gayet normal. İşte saçma düşüncelerle, değerlerle dolu kalabalıklara girdiğimde kendimi uzayın derinliklerinden gelmiş gibi hissediyorum. "Hey Dünya'lı kardeş gerçek bunlar değil, gözünü aç.", diyesim geliyor. Bir de nerelisin diye sormazlar mı hahaha :) Bir çok kişiye verdiğim cevap aynı; "Dünya'lıyım". Sonra gülmeye başlayıp gerçek cevabı merakla bekleyen bakışlar atıyorlar. Nereli olduğumun ne önemi var. Şimdi yaşadığım memlekette hepimiz aynı yerde doğup büyümüşüz eee birbirimize ne faydamız var ki sen bana yardım edeceksin. İnsanların saçma saplantılarına en güzel örnek. Bunu mesleklere göre de örnekleyebilirim. Doktorsan zekisin, öğretmensen ideal bir eşsin, mühendizsen senden adam olmaz :)) Niye? Çünkü mühendisler düzensiz yaşar, dorkor olacak kadar zeki değillerdir öğretmen olacak kadar da sıradan değillerdir. Arada kalmış asiler... Efendim memnun oldum bana mı seslendiniz? ;) Saygılar...



8 Ocak 2012 Pazar




                          "Bir gün yolda yürüyordum bir şarkı duydum kalbim acıdı bu kadar."

6 Ocak 2012 Cuma

Merak Ediyorum

Her yazımı Rusya ve Ukrayna'dan görüntüleyen arkadaşlar var merak ediyorum kimmiş onlar :) Yan apartmandaki komşum bile benden habersizken yazdıklarıma göz ucuyla bile bakan herkese teşekkür ederim. Fiziksel olarak birilerine, bir yerlere yakın olsakda düşünce ve düş birliği uzakları yakın ediveriyor.


1998 yılında günlük tutmaya başalamıştım. Sonra günlükler güzellik ve kötülüklerin paylaşıldığı, özellikle can sıkıntılarında ergen kız bunalımlarında yazılmaya devam etti. Şiirler ve düşünce yazıları yazmayı denerdim. Denerdim diyorum çünkü sanatsal değer taşıyacak özellikteler mi hala bilemiyorum :) Kendimi o kadar kaptırmıştım baş ucu kitabı gibi sık sık açar okurdum. Anılardan, kişilerden uzaklaşmamanın en güzel yolu da buydu zaten. Şimdi ise hatırlamak istemiyorum, duygusallığı kaldıramayacak kadar yorgun ruhum yenilikler arzusunda. Bu anlamda en önemli yenilik blog sayfasında yazıyor olmam oldu. Artık içimdekileri okumaları için birilerinin kitaplığımı karıştırmasını beklemeye gerek yok. Komşuların benden hala haberi yok o da ayrı bir mevzu...


Ne garip şu hayat. Beni heyecanlandıran ya da canımı sıkan kişiler olaylar hemen yanıbaşımdayken, içimden geçenleri okuyan hep başkaları. Bunda da vardır bir hikmet!

3 Ocak 2012 Salı

DÜŞ

Ne zaman büyüdüm de sorulara cevap aramaya başladım? Yaşlandıkça hayat daha çekilmez bir hal mi alıyor ne :) Köşeye çekilip kendimi ibadete veresim var. Gönlüm geçti bu Dünya işlerinden.