Bu Blogda Ara

28 Aralık 2012 Cuma

DİNLE

 An olur okumak, yazmak yetmez. Dinlemek ister bedene can katan ruh hem de en derinlerden bir kaç söz dinlemek ister. Suya dalga veren sesler, hücrelerde uçurtma olmak ister. Kimilerine göre ilham kimilerine göre tılsım... Nihayetinde gönülde varım diyen bir kaç hece...

Sükûtun altın olduğu, kocaman gürültülere manidar cevapların susarak verildiği topraklarda yaşamak, en güzel dinleyici olmayı öğretir. Dinleyici olabilmek; sabırla, zamanla, merakla ağızlardan çıkacak kelimeleri bir bir avlamaktır. Arda kalanlarla, zihinde yazılı olanları mukayese etmek sonra da payımıza düşeni alıp yol almaktır, söz dinlemek! 


Hayat bazen teslim olmayı gerektirir. Asilikten, hırçın çocukluktan uzak akışa teslim olmak gibi bir şey. İşte söz dinlemek gerekiyor, uslu uslu yaşamak vazifeleri yerine getirmek için söz dinlemek... 




8 Kasım 2012 Perşembe

ELEKRTİK

Son haftalarda köydeki elektrik kesintileri artmaya başladı. Şehirde ya da köyde yağmurla, rüzgarla gelen elektrik kesintilerine alışkınım ama burada durum biraz daha farklı.

Sabah, akşam, gece ne zaman gideceği belli olmayan elektrikler en erken bir saatten önce gelmiyor. Lamba yok, internet yok, televizyon yok, piliniz yoksa radyo bile yok :) İşte böyle zamanlarda taş evde elektriksiz kalmışsam aklıma gelen ilk şey kitaplar oluyor. Bu sayede daha çok kitap okumaya başladım :) Her elektrik kesintisinde taş evde sessiz bir tur atıp her defasında yeni bir kitap okumaya başlıyorum. Şehirde de elektrik kesilirdi ama hiç böyle alışkanlıklarım olmamıştı.

Bugün yeni bir şey daha farkettim. Bakıp göremediklerimden birisi. Ağarlar bir sağa bir sola savrulmuyorlar. Yapraklarına kadar rüzgar ne yöne esiyorsa, bulutlar da ağaçlar da hep aynı ve tek bir yöne doğru hareket ediyorlar. Ve bugün gördüklerim öyle güzeldi bana öyle iyi geldiki. Güneş batmaya hazırlanırken yerdeki, gökteki her şey ona doğru hareket etmeye başladı. Hızla koşar gibi tek bir yöne tek doğruya kavuşmak için birbirleriyle yarışıp durdular!

20 Ekim 2012 Cumartesi

AYNA

Ey Güneş, gözümü alsan da üzerime saldığın sineklerin ellerimi tutamaz yine içimdeki coşkuyu yazarım :) İçimi saran anlamını çözemediğim bir heyecan ve giderek yükselen bir enerjiyle günün ilk saatlerini zararsız, ziyansız atlatmayı hedefliyorum. Ah bir de şu telefon sussa! 

Gözlerimi kapatıp hayaller kurmaya başlıyorum. Kırlar, denizler, dağlar, ağaçlar...  Uzun uzun yürüyorum, adımlarımın altında fısıldaşan yaprak sesleri, dallara takılıp gelen rüzgarın uğultusu geliyor kulaklarıma. Sonra kendi kendime gülmeye başlamışken, sesli konuştuğumu fark ediyorum. Akıllara sağlık... Meğer uykudan uyanmak gibi gerçekliğin içerisinde gözlerimi açmak ne de güzelmiş. Derin , soluksuz, korkak ve bir o kadar cesur hislerle ciğerlerime çektiğim nefes kadar gerçeksin hayat. Kahvemi tek başıma yudumlasam da içimdeki sesle sohbetin değerini ben olmadan anlayamazsın. 

Bir zamanlar yaptığım gibi nereye gittiğimi bilmeden, yoruluncaya kadar durmadan yürümek geliyor içimden. Tıpkı eskiden olduğu gibi bir adım daha yakınlaşabilmek. Şimdi beni romanlarla korkutanlara gülüyorum. Okumakla kalmayıp hissettim. Anlamını bilmeden okuduğunuz her bir kelimenin, onu yazanın ellerine birer diken gibi battığını bilseniz isyan ederdiniz!

Koyda saklı bir ev, evin içerisinde minik hayatlar, kimsenin bulamayacağı o hayatlara gizlenmiş kocaman mutluluklar. Hani çocuklara sorarlar beni ne kadar seviyorsun diye, çocuk kollarını iki yana açıp, göğüs kafesini göbüşünü ileriye doğru çıkarıp "kocamannnnn", diye cevap verir. İşte içimdeki çocukta hala "kocaman". Bazen kendimi minik kızların evcilik oyununda unutulmuş gibi hissediyorum. Özellikle de makyaj yaparken aynada gördüğüm ellerim "kızım sen hala büyümemişsin" diye sesleniyor. Kim bilir belki de bu yüzden sebepsiz mutluluları, iç gıdıklayan sevinçleri kendi kendime doğuruyorum.

Hayat bir ayna ve yansıması bizler isek, sana güzel niyetlerle bakıyorum benden güzelliklerini saklama evren.


11 Eylül 2012 Salı

DÜNYA TAKVİMİNDE KELEBEK ÖMRÜ

"Adı aşk ya da sevgi. İlgi hatta merak bile olabilir. Sözleri aklıma yazılıyor ve sohbeti ruhuma sırnaşıyor. Ne soğuk ne de sıcak... Korkup yaklaşamasa da uzaklığının tadına doyamıyorum. Ölümü de doğumu da konuşmak yakışıyor. Her kelebek, deyişinde beni tanıdığını hissettiriyor. Kelimelerimi düşünürken benliğimi çözmeye çalışması nafile. Arayışı hiç bitmeyen düşler ve büyük umutlarla geldi yanıma. Tanışalı bir sene olmuş öyle söyledi. Oysa Dünya takvimine göre bugün on birinci gün! "  27.06.2012

Mutlu başlayan, her kelimesinde sonunu getiren hikayeler gibi bu hikaye de başlamadan biter. Türk filmi gibi benzetmeleriyle bol bol dalga geçtiğimiz her yaşanmışlık hayatın içinden derlerdi, bir defa daha inanmış oldum. Ha bir de uzaklar yakın olmazken, doğuştan yazılı özlem kaderleri bir türlü değişmiyormuş.

Kelebeklerin ömürleri kısa özlemleri ölümsüzdür. Aşka kanat çırpmıyorsa ne anlamı kalır kelebekliğinin, diye sorsan da; kim bilir belki de kelebekler özlemek için gelirler ve giderler. Dünya takviminde kelebek ömrü nedir diye sorsalar, bir gün gelir herkesin aklına. Oysa kelebekler bir değil binlerce yıl yaşarlar minicik ruhlarında. Yaşamak değildir asıl gayeleri. Özlenilesi bir kalbe konmaktır tüm heyecanlı kaçışlarının son perdesi.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

BANU


"Her gece senin hatıranla uyandığım ey can'ım
Ne zaman seni bir daha göreceğim, ne zaman sesimi duyacaksın, ey sevdiğim, sırdaşım..."


*Banu: Farsçada bayan, hanım, kadın anlamında kullanışırmış. 

19 Temmuz 2012 Perşembe

HENÜZ BİTMEMİŞKEN... HADİ!

Bunların ve hepsinin sebebi sensin.
İçime saplı sözler de şahit
Zihnime kazılı gözler de...
Senli ya da sensiz yaşanan her ne varsa
Sebebi sen, sebebi ben
Keşkeler sakladım en mahrem hislerime
İçimdeki sancılar dinsin diye
Bekler dururum sırf umutlar vardır diye.
Ne bir heyecan ne de bir telaş
Saklı mağarasında korku çığlıklarıyla sağıra dönmüş,
Kemirdiği etlerinin sızısıyla acıyı unutmaya çalışan
Vahşi bir hayvan sakladım içime.
Gün yüzü görmemiş hisler kadar masum ve korkak
Muhtaç... İçine akan öfkeye muhtaç
Benliğinden kaçarken saplandığı bedenine muhtaç
Korkulu gözler, çırpınan bir yürek, kırılmış tırnaklar...
Yorgun, öfkeyle titreyen bedenine bir sığınak arar da bulamaz
Ağlar da görmez kimse gözlerini
Henüz savaş bitmemişken son bir hamle...
Hadi!

18.07.2012

28 Haziran 2012 Perşembe

KÖYDEKİ OYUNCAK

Çocukluk mutlulukları hep masum, minik ama içi katmerli güzelliklerle anlatılır. Ne kadar çok anlatırsak anlatalım, büyüme heveslisi çocuklar daha fazlasını yaşar da anlatamaz.

Orman içerisinde, hayatları keçi ve sebzeden ibaret bir köyde bebekler doğar, peki nasıl büyürler? Mesela onların oyunları diğer çocuklarınki gibi mi? Oyuncakları neler? Ağaç, taş, çamur... Bir de olmazsa olmaz plastik oyuncaklar onların elinde kim bilir nasıldır? Köyleri gezen çerçicilerin (bizim köyde tencere, tava, kap, kacak satan gezici satıcılara çerçici derler.) birinden alınmış ya da işi düşüp şehre giden babanın, eli boş dönmemek için için aldığı plastik oyuncak kamyon. İşte o kamyonlarda bir tanesini camdan dışarıyı seyrederken bu köyde gördüm. Daha doğrusu oyuncağın sadece bir parçasını görebildim. Ninesinin peşine takılmış, ipe bağladığı oyuncağını gezdirmeye çıkaran küçük adam dönüp dönüm arkasına bakıyordu. Nasıl bakmasın varı yoğu bir kamyondan geriye, sadece iki tekerlek ve tekerlekleri birbirine bağlayan bir demir parçası kalmış. Demirine ip bağlamış, tekerlekler ha döner ha dönmez çekiştirmeye devam ederek köy içine doğru giderken gözden kayboldu. Küçük adamı izlerken öyle mutlu oldum ki, gözlerimin önünden yaşayan koca bir mutluluk geçip gitmişti. 

Şimdiye kadar onlarca oyuncağından birisini hediye etmek şöyle dursun bir başkasının dokunmasına izin vermeyen çocuklar tanımıştım. Oysa oyunlar ya da mutluluklar oyuncaklarda saklı değilmiş. Değer yüklediğin tek bir objede saklı mutlu oyunlar, heyecanlı sevinçler. Tıpkı insanlar ve içlerinde saklı ruhlar gibi...

23 Haziran 2012 Cumartesi

YAŞAR'IM BÜYÜDÜ

Birinci sınıfa giderken sabahları erken uyanıp sırf onu sevebilmek için altını bezlediğim, doğduğu günü tazecik hatırladığım Yaşar'ım bugün nişanlandı :)

Yalancı memeyi beş yaşına kadar bırakmayan, oynamak için bahçeye bile yalnız inmeyen, bisiklet sürmeyi öğretmek için tüm yaz tatilimi onunla geçirdiğim, iğneler döşediği battaniyeye oturtup kahkaha atan yaramaz Yaşar'ım büyümüş. Annem ikimizi çarşıya bir şeyler aldırmaya gönderirdi yol boyunca elimi bırakmazdı. Markete gidince mutlaka çikolata isterdi ben de paramız yetmez diye almak istemez, almazdım. Eve dönünceye kadar elimi tırnaklar, çimcikler tam evin bulunduğu sokağa girince kısacık bacaklarıyla tekme atmaya başlardı :)) Tüm kardeşler gibi kavga etmeden duramazdık.

Geç konuşmaya başlayan Yaşarım eksik harfleri ve peltek tatlı diliyle, ben okuldan gelirken annemin kucağında camdan beline kadar sarkmış Umba diye bağırıyordu. O günden sonra benim adım Umba kaldı:) Bunu duyan teyzelerim, akrabalar, yakın arkadaşlar da Umbam demeye devam etti. Sadece yabancıların yanında abla derdi ve ben hiç üzerime alınmazdım. Çünkü alışmamıştım abla demesine. Sonunda o da bıraktı abla lafını ve bana abilik yapmaya başladı. Şimdi ise biriciğimle yalnızlığını paylaşmaya çalışan birer arkadaş olduk.

Minik kuzum ne vakit büyüdü evlenme hazırlığına başladı inanasım gelmiyor. Anneler, babalar söyler ama bu duyguyu en az onlar kadar hissettiğim için mutluyum. Koca bebek olarak yaşlanacağını düşünerek söylüyorum; seni seviyorum Yaşarım...

2 Haziran 2012 Cumartesi

KABUS

Bu sabah kötü çok kötü bir kabusla uyandım. Rüyaların etkisinde kalır gün boyunda gelecek haberleri beklerim.     Kötü haber çabuk dağılır misali bu sabah içimde bir telaş, her an kötü bir olayı duymanın telaşındayım. İnternette sosyal ağlara vakit ayırmayalı çok zaman oluyor, bugün ise özellikle bakmıyorum. Bakmayayım, görmeyim, canım sıkılmasın, çalışma iştahım kaçmasın. Ne de olsa gördüğüm rüya bana fazlasıyla yetti. İçimin sıkılıp, kalbimin adeta yerinden kaçmak istercesine nefes nefese telaşı beni şimdiden yordu. 

Her rüya dinleyişimde hayırdır inşallah, der sonunu hep iyi şeylere yorumlamak isterim. Umarım bu defa anlamsız saçma sapan bir ruh haliyle görüşmüş görüntüler olarak hafızamdan silinirler. Şarkılardaki gibi rüyalar gerçek olsa palavrasını bir kez daha yok sayarak, iyi ki rüyalar gerçek değilmiş diyorum :) Ohh be yazdıkça içim rahatlıyor sanki üzerimdeki gizli bilginin yani hafızamdaki görüntünün suçluluğunu üzerimden atıyor gibiyim. Adı  rüya ya da kabus olsun beynimi meşkul etmekten başka bir şeye yaramadığını fark ettiğim kısa filmler tıpkı Türk TV dizilerinden birer örnek gibi. Sonu başı yok tüm dertleri seyirciyi telaşa sürükleyip "ay şimdi ne olacak" dedirtmenin ötesine geçemeyen rüyalar. 

Asıl rüya şimdi başlıyor hayatın ta kendisi, gerçeğin sadece gölgesiyle avunduğum hayat....

18 Mayıs 2012 Cuma

AŞK TANRIÇASI

Aşk Tanrıçası, acaba aşklarla mı geçirmiştir ömrünü yoksa aşkı ararken aşığına hasret kalmışlığın ızdırabı ile mı büyütmüştür ruhunu?

Bilinen tüm aşıklar yalnız, yorgun ama bir umut ateşle yanarken nasıl olur da aşk tanrıçasına erişemezler. Belki de aşk tanrıçası yoktur! Aşka aşık tüm varlıklar gibi o da sevgiliye kavuşmanın yolundadır. Kavuşamamanın ama bir o kadar umutla, ısrarla aramanın heyecanıyla bağlanmak sevgiliye... Her cisimde onu görmüş gibi olmak ve gerçekliğin ihtişamıyla ürpermek... Sevgi uğruna yaratılmış evrende, sevgiliye hasret bırakılmak gibidir belkide aşk! Yeşili gördüğünde heyecanla çırpınan kalbim, bir gün renklerin tümünü görür de oracıkta ölürse ancak o zaman sana kavuşurum.

4 Mayıs 2012 Cuma

YENİ HAYAT

Bugün yeni yaşam alanımda altıncı, yeni işimde ise üçüncü günüm. Acemiliklerle dolu farklı tecrübeler kazanmaya çalışırken, ortama alışmaya çalışıyorum. Aslında her şey haya ettiğim gibi ilerliyor. Şimdilik tek eksik az yürümem :) Köyle ilk sabah sahile ve ormana yürümenin tadını her gün yaşamak istiyorum. Hani köylerde ışıklar erkenden söner, tavuk gibi insanlar on olduğunda yataklarına gider ya işte bende onlardan birisi oldum :) Havasından mı suyundan mı bilmiyorum ama akşam erkenden uykum geliyor. Sabah ise erkenden iş başı. İş demişken şu an taş evde yani çalıştığım yeni ofisteyim. Çalışmaya başlamadan önce hazırda anlatacak kimseyi bulamayınca yazayım içim boşalsın dedim.

Kimileri yazar, kimileri okur, kimileri ise sadece içinden düşünür. Yapayalnız hayatımda iyi ki yazmak diye bir şey var. Allah'ım bana bu cesareti verdiği için kendimi mutlu hissediyorum.

Neyse konuyu dağıttım şimdi köy muhabbetlerine devam. Burada gözlemlediğim bana farklı gelen ama yabancılık çekmediğim hayatlar gördüm. İnsanlar çok çalışıyorlar. Çiftçilik yapıyorlar, başkalarının işlerinde çalışanlar var bir de sosyal konularda üretken olanlar var. Dün köy kahvehanesinin önünden geçtim üç beş yaşlı amca dışında kimse yoktu. Saçları boyalı, narin kadınlar çobanlık yapıyor. Bahçe işleri, sütün sağılması, peynir yoğurt yapımı, ev işleri de cabası. Köy halkının yanında bir de şehirden geliş gidiş yapan burada çalışan eğitimli gençler var. Bence bilgi ve kültür akışı için burası güzel bir mekan olmuş. Herkes kendi halinde yaşarken sadece ortak alanlarda vakit geçiriyorlar. Sonrasında yine kendime ait kalabiliyorum. Neden, niçin soruları yok. İyi ve güzel olan her ne varsa doğaya uyumlu bir biçimde yaşanmaya devam ediliyor.

17 Nisan 2012 Salı

SESSİZ

Bugün eski bir arkadaşı, dostu gördüm. Hatta oturup dakikalarca ondan habersiz, sessiz, gizlice onu izledim. Ama o beni hiç görmedi! Duvarın ardındaki nefesi ilk kez habersizce izledim. Elleri hiç değişmemişti. Belkide ilk kez ona ait düşüncelerimden birisini bilmesin istedim. Eskisi gibi olmaktan, alaka kurup ayak üstü sohbetle bile olsa anılmaktan kaçtım. Hem kabuk değiştirmiş kimlikler neyi ve neden paylaşsın? Hayat ne garip; vaktiyle her günü bir arada geçirdiğim insan artık yabancım. Biliyorum eskiler olmasaydı yenilerine yer kalmazdı. Lakin gözden çıkarılan ilkse, eşsizse içteki sızı en derin kılcallara kadar buram buram işliyor.

2 Nisan 2012 Pazartesi

ÖĞRENCİ STRES SINAVI

Bugün üniversiteye giriş sınavı sonrasında gazete manşetlerine yansıyan bir kaç haberi okudum. Yıllarca süren sıav işkencesi hala can almaya devam ediyor. Samsunda bir genç kız henüz sınav yerine gidemeden strese bağlı kalp krizi geçirerek ölmüş. Şeker hastası bir genç ise sınavın yapılacağı okul binasına ilacını almadıkları için sınava girememiş. Kim bilir bunlar gibi ve daha acı nasıl hikayeler vardır.

Her yıl çocuk yaştaki gençler üniversite sınavına hazırlanırlar ama ben hiç birisine "deneme sınavların nasıl, kaç puan alıyorsun, nereyi tercih edeceksin, kazanamazsan ne olacak?" gibi uzayıp giden ahiret sorularını sormam. Hatta hayatlarında sınav olduğuyla bile ilgilenmem. Sebebi insanların geçmişte bana yaşattıkları ağır stresten başkası olamaz! Kazanmak sadece sınavı kazanmak değil, gelecekte yaşayacaklarımızı, iş hayatımızı, sevgilimizi bile seçmemizi etkileyecek bir sınavla kazanmak insana ağır yükler yüklüyor. Kaygılar ve korkular içerisinde yüzerken bir de insanların sorularına tahamül etmek mümkün olmuyor. Hiç unutmuyorum bir gün dersaneye giderken bir aile yakınımıza rastladım. Nasılsın, iyi misin faslını geçtikten sonra "aman Funda bırak artık şu dersanelerin yakasını?", demez mi. Ben de " Yakından kurtuluyorsunuz benden." demiştim. Ya huu kadın dersaneye gitmem sana neden dokunuyor? Senin yolunu mu kesiyorum, dersane paramı sen mi veriyorsun, hayır benim ya da bir başkasının okuyup okumamsı seni ne ilgilendirir. Ben sana " Aman ablaaaa bırak şu çocuk doğurmayı, hem kocan seni hizmetçi mi tuttu bırak yemek yapma bundan sonra." diyor muyum. Saygısızlık insanın kanına işlemiş! Bak şimdi bunları hatırlayınca yine sinirlendim, kalp atışım hızlandı :))

Lise son sınıftayken insanca yaşamamı tamamen kısıtlayarak ders çalışmaya çalışmam ama bir türlü performansımı artmayışı sebebiyle yaşadığım derin duygular ve o yıl ilk ve son kez çıktığım tenefüs süresince yaşadığım aşırı oksijen alımının beynimi şaşırtarak akşamına evde bayılmam ile ders çalışma hayallerim doktor raporuyla iptal edilmişti. Katlanılması zor duygu yoğunluklarını iyi bildiğim için her yıl üniversite sınavı haberlerini acıyla okuyorum, dinliyorum. Oysa hayat zorlayarak, iterek taşınılacak bir yük değil. Çok sonra  öğrendim ki, olaylar üzerinde çok düşünmeyen, yaşamla dalga geçenler başarılı oluyorlar. Hem maddi mi yoksa manevi zenginlik mi istiyoruz, gelecekten beklentilerimiz neler buna iyi karar vermemiz gerekiyor. Düşünmekle zengin olunsaydı filozoflar zengin olurdu. Parayla bilgili olunsaydı mazallah zenginler hepimizi diri diri yerlerdi.

Toplumumuzun aşması gereken sorunları kendimce sıralayacak olursam;
  • Herkes üniversite mezunu olmak zorunda değil.
  • Herkes zeki olamaz, biyoloji bilginizin olması anlamanız için yeterli.
  • Üniversiteler işçi bulma kurumu değil.
  • Her üniversite mezunu illa mezun olduğu bölümün işini yapacak diye bir kanun yok. Bakınız: İçinde boğulduğunuz TV kanalları.
  • Herkes devlet memuru alamaz, malum kapasite belli. Tabi bunu idrak edebilmeleri için istatistiki bilgiye hakim olmalarını bekleyemeyeceğim.
  • Okumuş herker para kazanmak ya da çok para kazanmak zorunda değil.
  • Gençlerin istekleri çoktur bitmez ama unutmayınki insanların temek ihtiyaçları; yemek, içmek, barınmak, giymek ve sevmek.
  • Herkes zengin olamaz, herkes lider olamaz, herkes kariyeri için insanlara dirsek gösteremez, herkes çöpçü olamaz, herkes ekmek satamaz ama herkes insan olabilir!
Finans uzmanı, Doğuş Holding yönetim kurulu üyelerinden Özlem Denizmen'in her defasından biz takipçilerine hatırlattığı en güzel sözlerinden birisidir, ÖNCE İNSAN SONRA PARA sözü. Şimdide bu sınavları hayatlarımıza çelme takar gibi ortaya atanlara söyleyelim, ÖNCE İNSAN SONRA SINAV.

26 Mart 2012 Pazartesi

DUKAN GÜNLÜĞÜ

Bir gün işyerimde bahsedildi, bir doktor uygulamış kilo vermiş. İsmi DUKAN DİYETİ. Hemen internetten araştırdım. Dukan diyeti dört aşamadan oluşuyor ve her bir aşama en fazla 10 gün uygulanabiliyor. İlk aşamada sadece proteinle beslenmek gerekiyor, ikinci aşamada ise her iki güne bir sebze/meyve ekleniyor ve amaşlar sıklaştırılarak devam ediyor. Protein ağırlıklı olması mantıklı geldi. Karbonhidratın engellendiği diyeti duymuştum ama bunda bir fark yağ da kısıtlanıyor. Bu süreç boyunca yulaf kepeği ve suyu ihmal etmemek gerekiyor. Ayrıca etapların 10 günden fazla uygulanmaması gerekiyor, doktor kontrolünde yapılması ise en önemli uyarı.

Hayatım boyunca hiç diyet yapmamışken taş devri beslenme biçimine benzetilen bu diyeti uygulamak istedim. Yalnızda değil iş arkadaşımla birlikte uygulamaya geçtik. Dukan diyetinde birinci aşama olan protein aşamasında yiyebileceğim gıdalar; et, süt, yumurta, yoğurt, ördek hariç tüm kümes hayvanları, sakatat, böbrek, ciğer. İlk günden itibaren haşlanmış yumurta, tavuk, bol bol peynir, yoğurt yememye bir de süt, ayran ve tavuk suyu çorba içmeye başladım. Peynir en sevdiğim yiyecek dilediğim gibi zaten yiyordum, üstüne bir de yoğurt eklenince sebzeyi çookkkk özleyeceğim ama zorlanmam, dedim. Öyle de oldu aç gezmem rağmen beynim öyle odaklandı ki artık canım hiç çikolata istemiyor. Salata yemeyi çok özledim ama olsun bu günler geçecek ve sebzeye kavuşacağım diyordum. Taki diyetin ikinci gününe kadar. İkinci günden itibaren kabızlık sorunu yaşamaya başladım. Bu sorunla yalnızca ben karşılaşmıyordum iş arkadaşımda da üçüncü gün başladı ve sonra ordan burdan duymaya başladım bu sorun en büyük riskmiş. Önlem olarak ise su ve yulaf kepeğini ihmal etmemk gerekiyormuş. Ama ben YULAF KEPEĞİni bulamayınca kaderimle baş başa kaldım. Su iç diyecekler için şimdiden söyleyim, o kadar çok su ve bitki çayı içiyorumki her saat tuvalete koşuyorum. Su içmek sindirimi kolaylaştıran tek bir etken asıl önemli olan lifli gıdalarımdan mahrum kalmam oldu :(

Şimdi diyetimin beşinci günüdeyim. Kilo kaybını hissedebiliyorum ama sindirim sorunum hala devam ediyor. Tek çareyi salata yiyip, ayran içmekte buldum. Bugün ilk salatamı yedim çok mutlu olsamda kilo vermemin sevincini yaşayamıyorum.

Çikolata, tatlı sevdiğimi bilenleri şaşırttığım kadar kendimde bu ayrı kalışları hayretle takip ediyorum. "Hayatta bir çikolata sevenler vardır bir de çikolata aşıkları." sözümdeki çikolata aşığı benim :) Fakat artık çikolata yemek aklıma bile gelmiyor.

22 Mart 2012 Perşembe

ÇİZGİ MİZGİ

Haftalardır yazmıyorum ne burada ne de başka bir yerde... Ee boşta kaldım sayılmaz bu esnada çizmeye başladım. Marifetimin eksin yönüyü keşfetitim; iki işi bir arada yapamıyormuşum :)) Ev ödevim olsaydı hepsini yapardım ama enerji gerektiren işlerde zaman da kısıtlı olunca tek yönde çalışmam gerekiyor.

Didem'ciğime çizdiğim kelebek taplosundan bir kelebek örneği. Canım arkadaşıma alacak özel bir hediye bulamayınca kendim çizip, çerçevelemeye karar verdim. İyi de oldu!


Çizmeye başlayınca ardından bu desenler çıktı ve içimden geldiği gibi paylaşmak istedim.
Şimdilerde ilkel bir çabayla ve buna inat olağan üstü bir destekle photoshop öğrenmeye çalışıyorum. Yalnız çalışmak, bilinmeyeni aramak ve yapmaya çalışırken her hatada deneme yanılma yöntemini denemek nasıl bir hismiş tanımaya başladım. Şimdiye kadar ne öğrendiysem öğretmenlerimden kopya çektim. Oysa şimdi kopyayı geçtim ellerini izleyeceğim bir insanım bile yok. Tabiki bu durum geçici diye seviniyorum. Yakın zamanda ustamın yanına gidince durum değişecek.


Bunlarda yeni yöntemle çizip, boyadıklarımdan birer örnek. Kağıt kalemle insanı öyle özgür hissettiriyorki, programa bağımlı kalmak üstelik sırf öğrenmeye çalıştığım için  aklımdakileri istediğim gibi yansıtamamak ızdırap veriyor. Neyseki günden güne elim alışıyor tek başıma ancak bu kadarını yapabildim dahası öğrendikten sonra gelecektir. Bu da züğürt tesellisi oldu ama neyse :))

3 Mart 2012 Cumartesi

İzmir'de Tarih 28.02.2012 - İnternet Arkadaşım,Kuzular,El Yapımı Otel

Yağcılar Köyü'nde ilk sabah yağmurla başladı. Çevre köyleri, merkez ilçeleri gezmek için yola çıkmışken ilginç bir ev ziyaretinde de bulunduk. Bir fincan kahve içmeye kısmetimizin olduğu, sıcak kanlı sohbetlerin edildiği tüm ortamları gezip dolaştık. Emekli hocamız Tamer Bey ve eşi Aysel Hanım ardından internet arkadaşım Fulden ile vakit geçirdim.

Facebook ve twitter da bilgilerini sürekli paylaştığım bir yıl önce internette tanışıp arkadaş olduğum Fulden ve DİOLİVOS http://diolivossoap.blogspot.com/ sabun yapım atölyesini ziyater ettim. Fulden, Mert ve Muhittin sıcak kanlı samimi arkadaşlıklarıyla sanal dünyanın aslında kocaman bir gerçek olduğunun kanıtlarıydılar. Kırk yıllık hatırları kalsın diye birlikte yaptığımız kahvenin, ocak başı sohbetin tadı hala damağımda.
Urla, Güzelbahçe, Çeşmealtı, Altınköy, Torbalı turunun ardından Taş Eve döndük. Artık akşam olmuştu, köy sakinleri evlerine çekilmişti ki karşı komşu Adnan abi bağıra çağıra gelip akşam muhabbetini başlatmış oldu. Adnan abi coğrafta bölümü mezunu, oğlu İdris uçak mühendisi ve köyde koyunculuk yapıyorlar. Eşi Hediye abla ise ev işlerinden çok hayvanlarla, bağla ilgileniyormuş. İlgi çekici, neşe dolu bir aile. Sıcacık sohbetleriyle bir den bire kaynaşıverdik. Bir ara odadan bulduğu bir maskeyle Hediye ablayı korkutup çığlıkları, kahkahaları birbirine karıştıran Adnan abi bir ara demez mi; "Hediye bee bu akşamı da atlattık, misafire misafir olduk."... :)) İnsan o enerjiyle hiç yaşlanmaz.




 Bunlarda Adnan abinin öperek severek yetiştirdiği koyunları.

Taş Evde akşamları uzun ve sohbet dolu geçtiği için İzmir'in meşhur adreslerini merak bile etmedim. İnsan ne istiyorsa onu yaşıyor ve ne arıyorsa onu buluyor. Ben de "tam bana göre", dediğim bu orman içindeki küçük, sakin Ege köyünde neredeyse tüm aradıklarımı buldum. Dinlenmek ve bol bol yazıp, çizmek için verimli bir kaynak alanı diye düşünüyorum. Tam da dinlenme demişken köyde yapımının son aşamasına giren mimar Serhat Akbay'ın http://www.serhatakbay.com/ eseri otelden bahsetmeden geçemeyeceğim. Altı odalı, doğal manzaralı, taş duvarlar ve ahşap tavanlar ile birlikte iç mekanların tasarımında da el yapımı ahşap eşyalar kullanılmış. Yatak bazaları ve çalışma masalarına kadar el yapımı ahşap doğalığı soluksuzca yaşatıyor. Bir gurme adresi olarak tasarlanan bu otelin yapımında ustalığını sergileyen canım babamı, Halit'ciğimi ve son aylarda yardım ve destekleriyle ona eşlik eden kardeşim Yaşar'ı ellerinden öperek kutladım. Uzaktan dinleyince sıradan bir iş gibi gelen ancak gözlerimin önünde emeğe haksızlık ettiğim için suçluluk duyduğum için üzgünüm. Onlarca ayrıntıyı içeren ahşap tavanlar, günümüz koşullarında sanayi yapımı tek düze çalışmalara inat benzeri olmayan tamamen EL YAPIMI bir eser olmuş.











28 Şubat 2012 Salı

Sungurlu - İzmir /27.02.2012

Uzun uğraşlar sonunda vakit ayırıp Sungurlu dışına çıkmanın heyecanıyla başladık yolculuğa. Hedef İzmir/Urla/Yağcılar köyü. Planlar dahilinde bol bol düşünüp zamana meydan okuyacak fikirler ile gerei dönmenin hayalindeydim ve oldu.

Sungurlu, Ankara, Afyon, Uşak, İzmir sıralamasında on saatlik yolculuk sonunda Yörük Evi; ev yemekleri ve yöresel tatların ikram edildiği mekanda yeni dostlar edinmek harikaydı. Serhat ve Sema Akbay merakla bol bol dinledikten sonra yeni hayyaller kurmama yardımcı oldular. Serhat Bey, babasının ölünceye kadar onun nasıl para kazandığını anlamadığını itiraf eden, 45 yaşından sonra mimarlık yapabildiğini yaşam serüvenleriyle anlatan neşe dolu bir insan. Gençlere önerisi her yerede çalışırsak çalışalım öğreneceğiniz şeyler olsun diyen ve yıllarca "patinaj" yapsak dahi vazgeçmemeyi öğütleyen bir beyin.

Eşi Sema Hanım ile ortak bir çok konuyu konuştuk. O da doğa aşığı, ekolojik yaşam düşkünü, Greenpeace, Slow Food ve Buğday Derneği takipçisi. Yağcılar Köyünde insanları biliçlendirmek ve özlerini koruyabilmeleri için Slow Food ile yaptıkları çalışmalardan bahsetti. Tatlı sohberi, sevecen insanlığı ile mis gibi bir geceydi.

Yemek sonrası Ekolojik Mimar'ın eseri Taş Ev'de konaylamaya başladık. Taş duvarlar, ahşap asma katlı, ofis havasında farklı bir yaşam alanı oluşturulmuş.





Serhat Bey'in emek vererek yaptığı bu mekanda bir de tavanda asılı devasa, harika ayrıntılarla dolu kendi ustalığını sergilediği bir gemi maketi varki... Başka söz bulamadım :)

Doğamı bulduğun yer ve insanlarla geçirdiğim zamanın henüz başındaydım. Hüznü, hayal kırıklıklarını ve can sıkıntılarını geride bırakarak gelmiştim. Yol boyunca nelerle karşılaşacağımı ummadan yalnızca babamın anlattıklarını hayal ederek bulduğum bu yeni adres bana öyle sıcak geldiki... İnsanları olduğu gibi yaşam bişimleriyle, fikirleriyle, sevgileriyle kabullenen üstüne tatlar ekleyip hoş sohbetlerini dinleten bu iki insandan öğrenecek çok şeyim olduğunu düşünüyorum.

Taş, çamur, ahşap, ağaç, çiçek, keçi, koyun ve bol bol fotoğraf çekmelik mekanlar ile Yağcılar Köyü doğallığı arayanların adresiymiş. Şehir yaşantısının sitresli havasından ve robot düşüncelerinden kurtulmak için kısıtlı zamanlarda bile olsa kaçamak yaşan insanlar gelirmiş. Köy çevresinde bir kaç kilometrelik mesafelerde kurulmuş Doğa Sitesi ve Altınköy bahçeli evleri, lüks evleri ile buradan biraz farklı olsada "keşke" dedirtecek türden ortamlar.



Köyden manzaralar :)

20 Şubat 2012 Pazartesi

Kalabalık

Kendi kendimle kavga etmekten, yalnız kalmaktan sıkıldığımı farkettim. Bu hafta tüm aile bir arada vakit geçiriyoruz. İş çıkışı toplu yenen yemekler, çay sohbetleri, gelecek hayalleri ve bol sarılmalı, öpüşmeli vakitler... İnsan ilişkilerinde uzak kaldığımı şimdi çok iyi anlıyorum.

Şimdi kimlerin evinde neler oluyor merak ediyorum :) Anne, babalar, çocuklar, nineler, dedeler, hala, dayı, teyze, enişte... Kalabalıktan hoşlanmasamda bol insanlı evlerde misafir olup paylaşımlarını gözlemlemekten keyif alırım. Miniklerin ilginç soruları, onlardan beklenmedik mimikler izlemeye değer olur. Üç küçük kuzenimle geçirdiğim günlerde ev içi durumlar aklıma geliyor kendi kendime gülüyorum. Şirin cücelerin olduğu heryer kargaşa, kahkaha dolu oluyordu. Evdeki dağınıklık, hiç bitmeyen mama hazırlıklarıç, yetişkinleri çığlıklara boğan yaramazlıkları aklımdan çıkmıyor. Neyse bu kadar duygusallık yeter işin özeti; hepsini çok özlerim, iki kişi yaşamaktan sıkıldım :)

18 Şubat 2012 Cumartesi

Umut




Seslerin güzelliğinde, gecenin karanlığında, iğne iğne bir yürek, yarınlardan umut dilenen zavallı yüreğime bir şarkı doğru.  Ve Ümmüşen sesinden...

4 Şubat 2012 Cumartesi

Funda CA Bir Yol Hikayesi

Değişiklik zamanı gelmişti. Farklı olsun ama çılgın olmasın boğulur kaybolurum, eve dönmek istemem diye çığlık atan ruhların günüydü. İçinde altın olmayan, altın gibi bir gün...

Gülmeyi özlemiş dört kadın ruhunun buluşma hikayesine başlamış bulunmaktayız. Kemerler ister açık kalsın ister bağlı, kelimeleri takip edin yeter. Israr ısrar üzerine tam da can sıkıntısını içime katmışken arkadaşları alıp gezmeye karar verdim. Uzaklaşma ihtimalimiz sıfırın altında beş derecelik bir havada ne kadar olabilirdiki? Kış, kar demeden yollara düşmek, otobüs beklemek bile içimde sönen kıvılcımların hayat işaretiydi. Ben, sen, o bir de şu toplanıp önce bir kafeye oradan, lahmacun salonuna son olarakda mağazaları talan ederek eve döndük. Bayanlar bir araya gelince ne yaparsa biz de onları yaptık. Tavşan kanı çaylara canları çıkaracak türden dedikodular katıp bir güzel içtik. :)  Can yakan insanların kulaklarını çınlatan dillerimizi özgür bırakıp üstüne kahkaha patlattık. Sütten yanan ağızlar uslanmamış olmalıki üstüne acılı çift porsiyon lahmacun ve bıyık yapan köpük ayran... Gülücükler saçan gözlerde parlayan bir fikir  al $ al $ vitrinde gördüklerini alll diye sayıklamaya başladı. Tüketim açlık seviyesine ulaşan bedenlerimiz en yakın mağazada bir nefesle kendisine geldi. Ohh be hayat varmış... 

 Saatler ilerler hava kararır kadın kısmının eve gitme vakti gelir! Tatlı sohbetleri ve eğlenceli sokak turlarını geride bırakıp evli evine, bekarlar yüreğinin gittiği yere diyerek ayrılıyoruz. Soğuktan çeri domateslerine dönen burmunu ısıtacak bir yuva ararken minibüs durağına sığınıverdik. Şoför abilerin sıcak odasında bir de sıcak çay servisi vardı. Tadına bakma şerefine erişemesemde keyfim yerindeydi. Taki bir öğretmen grubunun içerisine düştüğümü fark edinceye kadar. Öğrencilerini, velileri çekiştiren sohbetlerine direkt dinleyici olmuştum. Gelecek umut vadetmeyen öğrencilerinden, okul aile birliğince toplanan paraların çar çur edildiğinden, düzen böyle gider düzelmez itiraflarıyla dolu uzunca bir sohbet ortamı. Yetmişlerden kalma kahverengi kolltuklara sinmiş sigara kokuları yılların izini taşıyordu. Çay ocağı başında toplaşan erkek öğretmenler şıngır şıngır karıştırdıkları çay bardaklarına sıkı sıkı sarılıp ısınmaya çalışıyorlardı. Ocaktan çıkan buhar, duvarlardaki kasvet, mıy mıy bir kadın sesinide yanlarına alıp eski, isli bir fotoğraf çiziyordu gözlerimin önünde. Ülkeden umudunu kaybetmiş, insanını bir çırpıda harcamış öğretmenleri dinlemek hiç bu kadar sıkıcı olmamıştı. Oysa çocukluklarımızın ilk idolleri öğretmenler, hayat rehberimize mıh gibi çakılı birer fotoğraftı. Bundan sonra hüsranın, virane sokakların fotoğraflarını mı simgeleyeceklerdi? Belki gerçek belki ön yargı, sıradan bir insanı değil lise öğrencisini harcamak bu kadar kolay ve baya olmamıydı. Kar karanlığında bir minibüs durağındaki çay ocağında... Eriyen şekerler gibi o an bir damla gözyaşı tuzunda eriyiverdi tüm karlar.

Şimdilerde Andımız okunsun mu okunmasın mı, diye tartışan insanlarımız öğretmen kimdir, nedir diye azıcık kafa yorsa mükemmelin hası olur. Gencecik ruhları kağıt gibi çizip atanlar kimlik mesleği taşıyor olmasınlar!



Mini yol hikayelerinin kaderidir minibüslerle son buluşları. Dar alanda paslaşan bakışlar, fısıldaşmalar, çocuk çığlıkları, sıkıcı annelere sorulan ilginç sorular ve "parasının üstünü almayan var mı?", derdini süren şoför amca... Otobüs yolculuklarımın en komiklerine Adana topraklarında rastlayacağınızın garantisini verebilirim.
 Boş otobüs derler balık istifi çıkar, ücretler için "alim mi?" diyerek gezen göbekli muavinler, hızla podyuma gitmeye çalışan kokoş ama bir o kadar Anadolu yiğidi bayan şoförler ve metre kareye en çok lisanın düştüğü
 yolculuklar... Batıya doğru gittikçe resmileşen, kuralları artan, suratları astıran bir tavırla binilir şehir içi otobüslere. Bizim gibi arada kalmış iller ise nereye çeksen oraya gider, su yolunu bulur abi kaderciliğiyle yine hedefinden şaşmaz :) 

2 Şubat 2012 Perşembe

  
Yazıya ait üretim tarihi: Ağustos 2008
Son kullanma tarihi: Blog çökene, D sürücüm silinene kadar :)



24 Ocak 2012 Salı

İÇİMDEKİ KAVAKLARI KESEMEDİLER





"Zaten olmadı bunlar", dediğim yıllar hiç bitmedi. Ne zaman seni dinlesem ölmeyen hislerim geliyor aklımın kıyılarına. Rüzgarın önünde takılıp gelenlerimin yağmur, kış kokusu hiç bitmedi. Ne zaman baharları çağırsam kışlar hiç yaşanmamış oluyor.

Kavakların suçu değildi bedeninden çıkan tüylü polenler ama bir bir kesip uzaklaştırdılar hayatlarımızdan. Şehirlerin şehir olmayan yerlerine terk edilen, tarla başlarında sınır olmaktan öteye geçirilemeyen kavakların tek suçu DOĞRU olmaktı. Kimseye gölge olmadan burnunun dikine uzayan, tepesine insan elini asla değdirmeyen kavaklar... Bahçemizdeki kavaklar yağmurlu gecelerin arkadaşı rüzgarda cama kollarını uzatır kötü sesli şarkılar söylerdi. Yapraklarının alkış sesleri ölmeyen aşkalar kadar derin ve hiç yaşanmamış kadar hayal.

Hayatımın en zor en alışılması güç hislerine katlanmak zorunda bu kalbim. İçimdeki kavaklara saldıranlara karşı savaşıyorum. Gölgelerle savaşmak kadar imkansız ve bir o kadar çaresiz. İnatçı, hırçın, öfkeli, tatlı acı bir ruh... Oysa aynı Anadolu topraklarına doğmuştuk. Ne oldu da içime girdi bu dik başlılık? Neden diğerleri gibi olmak yerine çok sorguluyor bu beyin? Soyutlanmış kavak ağaçları bile yalnız kalamamışken, içimde kalanları hala kesmemişlerken kendime kaçma vakti geliyor.

18 Ocak 2012 Çarşamba

O GÜN ORAYA GİTTİM

Sözümü tututum ve ZMO Başak yemeğine gittim. Şık bir yemek programında ziraatçiler için anlamsız bulduğum bir menü ve program içeriği vardı. Mevsim dışı sebzeler, GDO'lu mısırlar, çöpe atılmayı bekleyen salatalar, ekmekler, mezelerle masaları donatmışlardı. Sahte mi gerçek mi karıştırdığım gülümsemelerle selamlaşan insanlar ellerindeki saatleri tüketmek için bir araya gelmişlerdi. O gün neydi, neden bizi buraya topladılar, bir araya gelmişken şunlarıda konuşsak diyen kimse olmadı. Onlarda haklı ortam bu kadar çıt kırıldım olunca tarladaki sorunların üstüne koca bir gece karanlığı serpilmişti.

Aileler, çiftler, arkadaş grupları ve yalnız kovboy ben :) Abartılı saç modelleri ve kıyafetleriyle altın gününe geldiğini sanan teyzeler, erkek muhabbetine tam gaz devam eden beyler, çocuklarını beslerken bir yandan masadakilere laf yetiştiren anneler, patlayan flaşlar, ortada koşuşturan garsonlar, şarkılarıyla hüzünlendiğim solist ve mavi loş ışıklar... Etrafı izlemekten sıkıldığımda masadakilere bakıp acaba şimdi neye gülüyorlar diye düşünmeye başlıyordum. Uf puf diyerek tabaklarındakileri yemeye başlayan dudaklar, arada bir birine sahte tebessümler gösteriyordu. Can sıkıntısından sular hızla tükenmeye başlamıştı ki karşımda oturan gence "ne kadar sıkıcı bir ortam değil mi?", dememek için kendimle savaştım. Bu gibi fazla ve gereksiz resmiyete bürünmüş ortamlarda samimiyeti hissettirmek için bir çığlık atmak geçer içimden. "Yeterrr..." evinizde de mi böylesiniz Türk insanı. Onun için mi saçma sapan TV programları pirim yapıyor, showmanler paraya para demekten vazgeçiyorlar.

Oysa mesleğin içinde kalanların üstlenmesi gereken o kadar sorumluluk vardı ki... Duyduk duymadık kalmasın diye konuşalım dertleşelim diyenleri beklediysem de ellerim boş boş ayrıldım oradan. Dinamik ruhlar gerekiyormuş, bakanlığın 10.000 kişilik alımından sonra iyi bir nefes almışlar. O şanslı on bin kişiden sadece yedisinin yanındaydım. Fosil ruhlara yeni kan olacak gençler de olan bitenden habersiz sadece değişiklik olsun diye bir araya gelen kişilerdi. Çevremdekilerden biliyorum ben işime bakarım gerisi beni ilgilendirmez diyen korkunç bir kalabalık var.

Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi ilk 15dk'da saatime bakmaya başladım ve iki saat sonra yolculuk... Başkanımızın pozitif enerjisi ve güler yüzlü misafir perverliği dışında beklentilerimin çok altında bir ortamdı.

Sözümü tutum bir farklılık yaptım.

11 Ocak 2012 Çarşamba

MIŞ MUŞ ...

Bugün ev-iş arasındaki kısır hayatımın değişimi için önemli tavsiyeler aldım. İlk başta zorunlukuktan sonraları ise bilerek isteyerek işten kaçmam, kendim için vakit ayırmam gerekiyormuş. Oysa şimdiye kadar hayatta öncelikli olanları okul, ders, ödev, iş, iş yeri, ev olduğu öğretilmişti! Birden bire 27 yıllık kuralları bozmak zor olacak.

Farklı ortamlarda bulunmak, insanlarla konuşmak iyi gelirmiş. Sadece yazıp çizmekle olmuyormuş bunu da sıkı sıkı tembih ettiler :) Ben yazmayı seviyorum desem de dinletemedim. İlla insan içine karışıp gezip tozmak şartmış. Gez Funda gez, konuş Funda konuş, sinemaya git, eğlenceye git, mümkünse eve gitme :)))
Hayatın formulü = ye + iç + gez+ düşünme + kazan + harca = mutlu ol
Funda'nın formulü = yaz + çiz + çalış +düşün + kazan + bütçe yap = umutlu ol
Hayat formulü - Funda'nın formulü  = İFLAS
Bu varsayıma göre bir düzen çizersem maddi, manevi çöküşümün delilidir. Hesapsız yaşamayan düşüncelerim sıradan bir insan sürüsüne katılmayı, günü gün etmenin zevkine dalmayı nasıl kabullenir bilemem. Aslında bu kadar abartılacak bir şey değil; kendime vakit ayırmam gerekiyorMUŞ. Peki bugüne kadar yaptıklarımı bana silah zoruyla yaptıran olmamıştı ne oldu da şimdi ruhum sıkılmaya başladı? Çok yoğun çalıştığım  doğru ay da bir gün patronumdan sinemaya gitmek için izin isteyecekmişim. Ben patron olsam:"sen bu işe girerken bu şartları bilerek kabul ettin", derdim. Hem film izlerken sıkılan birisi için sinema çözüm olamaz. Bir de tek başıma sinemaya gitmek ne kazandırır? Cesareti mi, korkusuzluğu mu yoksa kendi ayaklarım üzerinde duruyorum durgusunu mu? Yahu hayat gerçek bir sinemaysa ben bu filmi hergün izliyorum, oynuyorum hem de tek başıma. Aynadaki ikinci gölgeye bakmak niye?

Hoş sohbetli o insana söylediğim gibi herkesin bir ütopyası vardır lakin dışarıda gerçek bir hayat yaşanıyor. Bana oranın formulü lazım. Sırf canım istiyor diye de bir hayat kitap gibi okunup bitmiyor. Öğretmenlerin binlerce öğütleriyle Dünya'da barış olması gerekirdi. Demek ki sözleri söyleyenler asla uygulamıyorlar. Yakaladım seni öğretmen ;))

Verilen görevleri elimden gelenin en iyisini yaparak tamamladığım gibi bu on günlük ödev süresini de iyi geçireceğim. Kötü alışkanlıklara hemen bugünden başladım. Cips + kola + TV üçlüsünü ben de yaptım. Cumartesi için çağrıldığım, telefonlarına cevap vermediğim yemek daveti için bugün telefon edip görüştüm. Gideyim göreyim kalabalıkta olmak ne işe yarıyormuş :) Havalı tipler, işini, eşini, çocuğunu soran, kıyafetleriyle aylık kazancının hesabını yapan, yemek adabıyla aile kültürünü ölçen tipler varsa 15dk sonra saate bakmaya başlarım. Onlara kızsam da acıyorum ne de olsa yaşamlarını böyle ölçütlere hapsolmuş ruhsal baskılarla geçirmişler. Aynısını bana, sana yaşatmaları gayet normal. İşte saçma düşüncelerle, değerlerle dolu kalabalıklara girdiğimde kendimi uzayın derinliklerinden gelmiş gibi hissediyorum. "Hey Dünya'lı kardeş gerçek bunlar değil, gözünü aç.", diyesim geliyor. Bir de nerelisin diye sormazlar mı hahaha :) Bir çok kişiye verdiğim cevap aynı; "Dünya'lıyım". Sonra gülmeye başlayıp gerçek cevabı merakla bekleyen bakışlar atıyorlar. Nereli olduğumun ne önemi var. Şimdi yaşadığım memlekette hepimiz aynı yerde doğup büyümüşüz eee birbirimize ne faydamız var ki sen bana yardım edeceksin. İnsanların saçma saplantılarına en güzel örnek. Bunu mesleklere göre de örnekleyebilirim. Doktorsan zekisin, öğretmensen ideal bir eşsin, mühendizsen senden adam olmaz :)) Niye? Çünkü mühendisler düzensiz yaşar, dorkor olacak kadar zeki değillerdir öğretmen olacak kadar da sıradan değillerdir. Arada kalmış asiler... Efendim memnun oldum bana mı seslendiniz? ;) Saygılar...



8 Ocak 2012 Pazar




                          "Bir gün yolda yürüyordum bir şarkı duydum kalbim acıdı bu kadar."

6 Ocak 2012 Cuma

Merak Ediyorum

Her yazımı Rusya ve Ukrayna'dan görüntüleyen arkadaşlar var merak ediyorum kimmiş onlar :) Yan apartmandaki komşum bile benden habersizken yazdıklarıma göz ucuyla bile bakan herkese teşekkür ederim. Fiziksel olarak birilerine, bir yerlere yakın olsakda düşünce ve düş birliği uzakları yakın ediveriyor.


1998 yılında günlük tutmaya başalamıştım. Sonra günlükler güzellik ve kötülüklerin paylaşıldığı, özellikle can sıkıntılarında ergen kız bunalımlarında yazılmaya devam etti. Şiirler ve düşünce yazıları yazmayı denerdim. Denerdim diyorum çünkü sanatsal değer taşıyacak özellikteler mi hala bilemiyorum :) Kendimi o kadar kaptırmıştım baş ucu kitabı gibi sık sık açar okurdum. Anılardan, kişilerden uzaklaşmamanın en güzel yolu da buydu zaten. Şimdi ise hatırlamak istemiyorum, duygusallığı kaldıramayacak kadar yorgun ruhum yenilikler arzusunda. Bu anlamda en önemli yenilik blog sayfasında yazıyor olmam oldu. Artık içimdekileri okumaları için birilerinin kitaplığımı karıştırmasını beklemeye gerek yok. Komşuların benden hala haberi yok o da ayrı bir mevzu...


Ne garip şu hayat. Beni heyecanlandıran ya da canımı sıkan kişiler olaylar hemen yanıbaşımdayken, içimden geçenleri okuyan hep başkaları. Bunda da vardır bir hikmet!

3 Ocak 2012 Salı

DÜŞ

Ne zaman büyüdüm de sorulara cevap aramaya başladım? Yaşlandıkça hayat daha çekilmez bir hal mi alıyor ne :) Köşeye çekilip kendimi ibadete veresim var. Gönlüm geçti bu Dünya işlerinden.